Sayfalar

Recent Posts

Vietnam'lılarla İçme Teknikleri

İçinde bulunduğum durum, Coen biraderlerin film senaryosu gibiydi. Nadir de olsa, gerçek hayat, fantastik kurgudan bile çok daha absürd olabiliyor.

Sri Lanka Gezisi

Sri Lanka'da rehberli araç kiralamanın çok moda olduğunu öğrendim ve bunu Varan'a söyleme hatasında bulundum. Arkadaş çanta taşımaya bile bir sürü söyleniyor, rehber olayını duyunca atladı hemen. Aslında laf ediyorumda gayet mantıklı günlüğü 50$ a anlaştık. Minibüsün benzini, şöförün tüm masrafları (otel, yemek vsvsvsv) hepsi dahil bu fiata

Kamboçya Gezisi

Tayland Kamboçya sınırına (PoiPet) vardık. Otobüsten indiğimizde tuktukçular var sizi sınıra kadar götürüyorlar. Atladık bir tuktuk'a , sınırdan önce vize alınan binaya gittik tuktuk dışarda bizi bekliyor.

AngKor Wat Gezisi

AngKor Wat kozmik evrenin dünyasal bir modeli. Kamboçya’nın bayrağının da simgesi olan Angkor Wat tapınağı, 300 kilometrekarelik alana kurulmuş bulunan Angkor tapınaklar bölgesinin en önemli ve merkezi tapınağıdır. Tapınakların anası.

Chiang Mai Gezisi

Yıllar geçtikçe insan yaşlandığının farkına varıyor. Belirtiler teker teker kendini göstermeye başlıyor. Mesela, artık bir büyük rakı içince ertesi gün rahatsız oluyorum, günde iki paket sigara da zorlamaya başladı. Keza en büyük zevkim olan, Antalya tarafından, Manavgat’ı 5 km. kadar geçince kamyoncuların favori mekanı meşhur Artezyen et lokantasında eskisi gibi bir kilo veya üstü oranlarda et yiyemiyorum. Uykum geliyor hemen.

2016/03/16

ENGİNLİK SERİSİ ::: LEVIATHAN UYANIYOR, CALIBAN'IN SAVAŞI, ABADDON GEÇİDİ


Can sıkıntısından,  The Expanse dizisini izledim. Ulan bu dizide bir gariplik var dedim kendi kendime. Battlestar Galactica'dan sonra bilimkurgu dizisi yokluğunda ilaç gibi gelmişti. Biraz araştırınca kitap serisinden uyarlama olduğunu öğrendim.  Şizofrenik bir durumda vardı, iki  yazar ; Ty Franck ve Daniel Abraham birleşip James S.A Corey adında yayınlamışlar roman serisini. Allahın denyoları ne gereği vardıysa. Neyse Idefix'ten kitapları sipariş verdim.

Olaylar yaklaşık günümüzün  200 yıl sonrasında geçiyor. Birbiriyle kapışan üç ayrı grup var.  İnsanlar Mars'ı kolonileştirmiş. Apayrı bir medeniyet oluşmuş orada. Bildiğimiz Dünya var. Birde DGI denilen Dış gezegenler ittifakı. Boşta buldukları meteor, kaya , allah ne verdiyse yerleşmişler, düşük yerçekiminde boyları sırık gibi olmuş. Mars ve Dünya'nın hırsları yüzünden orta malı olmuşlar.  

Bu tür romanlara uzay operası deniyormuş ilk defa duydum, Entel dantel ortamlarda yorum yaparsanız karizmanız olur. Uzay operası unutmayın. 

Dünya götü göbeği salmış, nüfus 30 milyara dayanmış , amaç yok , heyecan yok, teknoloji eski. ama sinsilikle işi götürüyor. Doğal kaynakları bol. Yerçekimi kuyusu deniliyor seride sık sık.

Mars hırslı, bir ideali var.  Devamlı ilerleme peşindeler. Teknolojileri yeni. Hırs var azim var. Biraz Alman ve Japon'lara benzettim.

DGI namı diğer Dış Gezegenler İttifakı, Asteroit Kuşağı'na kentler inşa etmişler. Düşük yerçekiminden dolayı hepsinin boyu uzamış huyu değişmiş. Atara atar gidere gider yapıyorlar.  Su kıt oksijen kıt.  Anarşişt olmuş hepsi. Yiğidin harman olduğu yer , burayı sevdim cidden.  Türkiye'ye benzettim .

Serinin konusu; bu gruplar arası kapışmalar olurken , uzaylı bir protomoleküler (kitaptaki adlandırılması) işin içine giriyor. Düşman ortak ama yine aynı Battlestar Galactica'daki gibi insanlar birbirlerini yemeye devam ediyor.  Günümüzdeki ırkçılık aynen devam ediyor. İnsan egosu hiç bir şekilde değişmiyor malesef.

Her Şey Julie  Mao diye bir hatunun kaybolmasıyla başlıyor.  Serinin kahramanlarından biri DGI ye buz taşıyan uzay gemisi yardımcı kaptanlarından Jim Holden. Tipik andaval . Hıyar taşıyan herkese elinde tuzlukla koşuyor. Denyolukta sınır tanımıyor. Bir şeyden kuşkulanıyor tüm galaksiye haber yayını geçiyor bize Mars saldırdı diye.  Sonra isyanlar, ayaklanmalar.  Dürüstlük abidesi pezevenk. Bir idealist bir prensip sahibi çicek gibi. 

İkinci kahramanımız DGI polisi Miller. Bu denyoyu çok sevdim. Alkolik olmasının muhtemelen etkisi var. Mesleki kariyerinin dibine vurmuş.  Julie Mao 'nun kaybolma davası özellikle çözülmesin diye bu salağa veriyorlar. Buda kırk yılın başında takıntı yapıyor. Olayın peşinden gidiyor. Bir ara kendi kendine soruyor ; Ben ne ara bu kadar aptal oldum , diye.  Bitmiş bir adam.

Neyse efendim , bir sürü karakter ekleniyor seriye, olaylar gelişiyor. Çok merak ettiyseniz okuyun kültürlenin.  Birde Amos karakterini sevdim.  Adamın dibi. 

Enginlik serisini beğendim. Konu süper, kurgu süper.  10 üzerinden 9 diyorum.










2016/02/01

İÇ ANADOLU GEZİSİ 2015




Hayat cidden enteresan,  Güney Amerika planları yaparsın, çocukluğunun kahramanı Mister No' nun memleketi Manaus'ta kenar mahalle barlarına takılıp şuursuzca  kasaça içme , Amazon'da teknede hamakta yayılıp sigarayı tüttürürken etrafa bakma hayalleri kurarsın, ama kendini bir anda Yozgat'ta bulursun. 

2014/11/01

DOĞU KARADENİZ - GÜRCİSTAN - ERMENİSTAN GEZİSİ II. BÖLÜM



 Gürcistan yolları tek şerit olmasına rağmen geniş ve düzgündü. Yaklaşık bir saatlik seyahatten sonra sınıra ulaştık. Hepimiz sınır geçişi için indik minibüsten. Gürcistan çıkışında sorun olmadı. Duty Free den iki karton kısa marlboro aldım. Kartonu 26$. Ermenistan tarafında girişte vize kısmını göremedim. Normal sıraya geçtim. Siz aynı hataya düşmeyin girişte hemen solda küçük bir yer üstünde visa yazıyor gözden kaçırmışım.  Yanınızada 10$ ayırmayı unutmayın. Vize 8 $ ama 20 $ da versen muhtemelen koftiden bir kriz yaratıp üstünü cebe atarlar. Sıra bana geldi . Görevli, Türk pasaportunu görünce dakikalarca evirdi çevirdi, yandan baktı, tersten baktı,  tüm sayfaları karıştırdı, ellenmedik yerini bırakmadı pasaportun, gümrük polisi olmasa pasaport fetişisti sanıcam neredeyse öpücekti pasaportu. Sonra fırlattı ,  kaba bir şekilde visa diye bağırdı. Hey allahım hani gayet sorunsuzdu Ermenistan gezisi. hoş benim dangalaklığım ama cidden girişte belli olmuyor visa kısmı bende Tanzanya, Kamboçya , Ürdün ve benzeri ülkelerdeki gibi normal kuyruğa girip , parayı verdikten sonra alınacak sandım. Karşılık verememenin siniriyle kibarca visa nerede dedim, kendi dilinde bir şeyler bağırdı çağırdı.

2014/10/27

DOĞU KARADENİZ - GÜRCİSTAN - ERMENİSTAN GEZİSİ I. BÖLÜM

* Fotoğraf sanatçımız, Sn. Kemal Özkılıç tarafından çekilmiştir.

Ağustos ayı başında Antalya yanmaya başladı.  Öyle böyle bir sıcak değil. Poyraz eserse hava kuru , gölgede 45 dereceyi buluyor, denizden meltem eserse gölgede 32 - 35 dereceye düşüyor ve  korkunç bir rutubet nefes bile alamıyorsunuz. Eşim ve çocukları; okullar kapanınca hemen yaylaya gönderip sağlama almıştım. Malesef işim dışarda çalışma üzerine olduğundan, baktım dayanamıyorum hemen izni çaktım.  Bizimkilerede çok bunaldığımı, yüksek yerlerde biraz dolaşıp serinlemek istediğimi söyledim. Her zamanki gibi Zeynep arıza çıkarttı. Ama sözümü tutup  sigaraya ara verdiğimden biraz kredim vardı nezdinde , oda "gez dolaş ama fazla uzaklaşma, hemen geri dön" diye uyardı. 

Japonya  gezisinde Zeynep'e sigarayı bırakacağıma dair söz vermiştim. Vermez olaydım , kesinlikle unutmadı. Haliyle 16 yaşından itibaren günde ortalama iki paket içince sigarayı bırakmak biraz zor oluyor. Allahtan yurtdışına çıkınca içerim diye bir madde koydum antlaşmamıza. Bu sebeple yanıma pasaportumu ve dolaresleri aldım, belki yurtdışına çıkıp bir sigara içip dönerim diye. 

Antalya'dan yola çıktığımda şeytan dürttü, şurdan kıvrılayım Kaş üzerinden Meis adasına gideyim diye düşündüm. Sonuçta yakın makın ama Yunanistan toprağı.  Teorik olarak yurtdışı sayılıyor. Sonra vazgeçtim , hem hava sıcak hemde ağustos ayı çok kalabalıktır oralar. Yıllardır karadeniz yaylalarına gitmemiştim oradan günübirlik Gürcistan'a geçerim sigaramı içer dönerim. Usulca Ankara yoluna çıktım, Burdur sanayide efsanevi şişci Hasan Usta'da mola verdim. Az pideli duble şiş ve duble kaymaklı kadayıf yedim. (18 tl) .  Ankara'ya doğru yola koyuldum.  Sivrihisar'da mola verdim, dondurmalı helvaydı galiba ondan yedim, çayımı içtim.

1996'ta üniversiteden mezun olduğumdan beri Ankara'ya gelmemiştim. Bir şey kaybetmemişim. Arkadaşlar Oran semtinde oturuyor, şehir merkezine girmeye gerek kalmayacak. Bugünlük toplamda 540 km yapmışım. Bahçede rakı sofrasını kurduk, püfür püfürde esiyor hava, üşümeyi özlemişim. Sohbet, gırgır şamata kadehleri devirdik. Sabah tüm ısrarlara rağmen çıkmam lazım dedim zira cidden bu kentte kalamıyorum.  Zaten elden gitmiş , her yer şu balkonsuz lüks sitelerden. İnsanlar hayatını adıyor buralardan bir ev alabilmek için. Astronomik fiyatlı bu evleri alabildiklerine göre;  hepside belli bir gelir seviyesinin üstünde mürekkep yalamış, ticareti çözmüş tipler, hiç kullanmadıkları eşyalara para ödüyorlar, bilmem kaç katlı komşusunu bile tanımadıkları bir misafir bile gelmeyen evleri lüks mobilyalarla döşüyorlar.  Her biri kasaba büyüklüğünde olan bu yerlerde yetişen çocukları düşündüm. Modern yalıtımlı  binalarda içeriye ne ses giriyor ne hava, ya televizyon ekranına yada elindeki tabletin ekranına gün boyu bakıp duruyorlar. Sanki hayatları tabletin şarj durumuna bağlı. Arada ebeveynleri sitenin ortasındaki parkımsı yere çıkartırsa biraz temiz hava alıyorlar. Arkadaşsız, ağaca çıkmadan, dayak yemeden, kafa yarılmadan geçen steril bir hayat. Sanki bu büyük sitelerde; çocuk yetiştirmiyorlarda kültür mantarı yetiştiriyorlar hissine kapıldım aralarından arabayla geçerken. Söylene söylene şehir dışına kaçtım. 

Çorum yoluna çıktım. Gündüz buralardada hava sıcak. Bozkır yanıyordu termometre 46 dereceyi gösterdi öğlen vakti.  İstikamet karadeniz  yaylaları. Çorum Sungurlu'da mola verdim. Çay içtim elimi yüzümü yıkadım.  Sonra Havza'da akçaabat köftecisinde durdum. Dürüst adamlardı bir yemin etmişler dönememişler. Söylemesi ayıp 1 kg akçaabat köftesi yedim. Fiyatını unuttum ama ucuzdu. 
      

Sonra Havza'da ihtiyaç molası. Ünye'de arabayı park ettim sahilde çay içtim. Yorgun argın Ordu'ya ulaştım. Bugünlük toplamda 597 km yapmışım. Üç - dört otele baktım hiç birinde yer yok. Zaten yorgunum , sahile inincede rutubet bastırdı. Gece olmasına rağmen Ordu şehir merkezi ana baba günü.  En son gittiğim otelde sağolsun ilgilendi resepsiyondaki oğlan, şehir içindeki Sinema otelinde yer var dedi. Hemen benim adıma rezervasyonda yaptı. Zar zor o trafikte oteli buldum ve arabayı park ettim.  Yorgunluktan pazarlık filan hiç bir şey yapmadan odaya yerleştim.  100 tl oda kahvaltı. Otel eski bir sinemanın yerine açıldığından bu adı almış.  Hemen restauranta çıktım. Manzara süper. Kendimden emin bir şekilde rakı ve yanında meze söyledim.  Garson malesef alkol servisimiz yok otelde dedi. Nasıl piskopat bir yere gelmişim. Bu konsepte bu lokasyonda bir otel yapıyorsun, restaurantının manzarası süper. Ama alkol satışın yok. Nereden para kazanacaksın.  Saat 22:00 yi de geçmiş, büfelerden alkol alamam. "Ne yapacağız" dedim garsona. Salak gibi suratıma baktı. Bağırsan çağırsan ne olacak, sonuçta oda emir kulu, müessesenin politikası. Bu güzel manzarada müşteriler iki duble rakı içse kime ne zararı olur. Sigara yok, alkol yok. Kendi kendime küfür ederek odama çıktım.  Sabah kahvaltıda vasattı. Koşarak kaçtım otelden.

Aklıma bir arkadaşımın önerdiği , memnun kaldığı, Giresun'un Süllü yaylasında Süllü Dağ evi geldi. Hiç olmazsa dağlarda biraz serinlerim.  Yola koyuldum. Rutubet Antalya'yı aratmıyor Karadenizde. Yapış yapış oluyorsun hemen.

Giresun üzerinden dağlara vurdum kendimi. Manzara nefis. Hava serinledi.  Yolda çeşme gördüm, elimi yüzümü yıkamak için durdum. Maden suyu akıyordu. İlk defa rastlıyorum. Buz gibi maden suyunu pet şişelere doldurdum. 


Sora sora Süllü dağ evine ulaştım. Bugünkü toplam yolculuğum 108 km. Siz benim gibi yapmayın şu navigasyonlardan alın. Google Earth te pansiyonu müşterilerinden biri işaretlemiş. O zımbırtıları hala kullanmıyorum aslında kullanmak lazım. Pansiyona bayıldım , dağlar arasında tam kafa dinleyebileceğiniz bir yer . Boşluk hissini doyasıya yaşıyorsunuz. Hava serin , bir anda sis bastırdı, güzel bir ambians oluştu. Lüks, kalabalık yerlerde kalamıyorum. Mekanım bu tip huzur bulduğum yerler. 


Kemal'le tanıştım. Nevi şahsına münhasır bir arkadaş. Yıllarca Antalya'da otellerde yöneticilik yapmış. Bir anda sistemden her şeyden soğumuş. Tası tarağı toplayıp babadan kalma evi , pansiyona çevirmiş. Kışları kafası attıkça buraya gelip kitap okuyor. 40 yaşından sonra sıfırdan kendi kendine fotoğrafçılığı öğrenmiş. Bir sürü ödülü var ve bu camiada saygın biri. Bazen bir kare yakalama uğruna günlerce dağlarda dolaşıyor. Kasım ayında Fas 'a gidecekti fotoğraf çekmek için. Hayat felsefesi ve dünyaya bakış açısı olarak kendime çok yakın hissettim Kemal'i. Tabi ben onun kadar cesur olamadım hiç bir zaman tası tarağı toplayıp her şeyi ardımda bırakacak kadar.  


Annesi ve bayan arkadaşı Zeliha hanım la burayı işletiyor. İşletirken tabiki ufak tefek sorunlar çıkmıyor değil. Bir kaç müşteriye balta çekmiş. Hannibal Lecter hesabı,  saygısız ve ukala insanlara tahammülü yok malesef.  Seyahat sonrası internette Süllü dağ evini araştırken Tripadvisorda bu güzel yoruma rastladım. Hah dedim içimden kesin balta çektiği müşterilerden biriside bu denyo. 

Yorumun bir kısmı şu şekilde ;
"Yol çok kötü. Navigasyon calismiyor. Ayrıca tabela bile yok çünkü burasi bir işletme değil. Evin çevresini telle kapatılmış. Girişe odun koymuşlar. O odunlari kaldırmadan içeriye girilemiyor. Evin çevresinde inekler dolasiyor araci da birakacak uygun yer yok.hayvanlar mutlaka araclara zarar veriyordur. Araç olmadan gelmek mümkün değil, tur gitmiyor buraya. Ama araçla da gidilecek bir yol değil çok riskli bir yol. Biz kaza atlattık. Internet sitesindeki sayfaya aldanip gittik. Ama hiç alakası bile yoktu sayfada gördüklerimizle gerceklerin. Paranıza ve harcadığınız zamana kesinlikle değmez. Berbat!!!"  Evet kesinlikle balta çektiği müşterilerden biride bu dangalak. Dağ başında inekler geziyor diyor ne yani mankenlermi gezecekti . Dağ başına nasıl toplu ulaşım aracı gelecek merak konusu, birde o navigasyonun çekmemesi Kemal'in suçu galiba. Yolların kötü olmasınında karayollarıyla bir ilgisi yok. Cidden işletmecilik zor zanaat. Bir sürü bu tip zirzop manyaklarla uğraşıp duruyorsun. Adamın yorumları küllüyen saçmalık.

Neyse odama yerleştim. Serender denilen ana binanın hemen yanında ahşap yapıdayım. Arabamdada bir kasa 100 lük yeni rakı var artık burada ezerim afacanları. Oda güzeldi sedir ağacının kokusu içeri sinmiş.


Rakılardan iki tanesini Kemal'in buzdolabına koydum. Vurdum kendimi Giresun dağlarına. Sigara cidden zararlıymış yahu, artık eskisi gibi nefes nefese kalmıyorum.


Temiz hava , bol oksijen bünye kendine geldi. Devamlı yağmur çiseliyor. Kışın komple kar altında kalıyormuş buraları. Kemal'e söz verdim kışında gelicem diye. Doğa yürüyüşleri yapacağız. Yanımıza balta alalım kurtlar oluyor dağlarda dedi. Allah sonumuzu hayır etsin baltalar , kurtlar filan.  O baltayla kurt sürüsüne ne yapacağız ayrı bir muamma.

 Manzara nefisti. Güneş batana kadar hoyratça yürüdüm dağlarda.


          
Restaurant ana binanın içinde. Düğün için Giresun'a gelmiş hepsi akraba olan neşeli bir grup vardı.  İzmir'li olan Zeliha hanımın muhteşem mezeleri eşliğinde rakıya başladım. Rakı kültüründe egenin mezelerinin yeri bambaşka. Enteresanda oldu Giresun'da bir dağ evinde ege mezeleri. Keyfim yerine geldi.  

      
Kadeh miktarı arttıkça yan masayla dialog kaçınılmaz oldu. Gırgır şamata içerken , ya dedim ben bu amcayı tanıyorum bir yerden. Diksiyonu   süper, entellektüel, rakı sohbeti aşmış gitmiş biriydi. Çakırkeyif olmamın etkisiyle , kusura bakmayın sizi gördüğümden itibaren kafama takıldı, sanki bir yerden tanıdıksınız dedim. Gülerek ; ben samanyolu beşinci boyut dizisindeki sisler arasından fırlayan yaşlı amcayım dedi. Televizyon izlemem ama dizi bir kaç yüz bölüm olunca ya arada gördüm yada internet ortamlarında rast geldim. İyi para kazandım diziden dedi.  Yalnız amca cidden sağlam içiciydi. Bendeki 100 lük rakı bitti ondaki rakıda bitti. Giresun'da ücra bir dağ köyünde karşılaştığım adama bak. Buradan kendilerine saygılarımı sunuyorum o mübarek ellerinden öpüyorum.


Sabah o kadar içki içmeme rağmen rahatlıkla uyandım. Dağ havasından muhtemelen. Kahvaltı muhteşemdi, köy yumurtası ve tereyağı, Kemal'in annesinin yaptığı birbirinden güzel marmeladlar, reçeller, tuzsuz çiğ peynir. bol çayla kendime geldim. Yine yağmur çişeliyordu. Kemal,  Kulakkaya yaylasına gidiyorum  gelirmisin dedi. Severek kabul ettim. Serinlikten yağmurluğumu giydim. Antalya yanarken biz burada üşüyoruz. Kulakkaya dahada soğuktu. Bende kendime bir kilo pirzola aldım. Pansiyona geri döndüğümüzde, Kemal tam fotoğraflık ortam var dedi. Sis resmen hareket ediyordu yavaş yavaş. Güzel poz çıktı, gayet karizmatiktim. 

         
Akşam yeni müşteriler gelmişti. Bu durum hoşuma gitti, pansiyon küçük hepimiz restauranta doluşuyoruz . Amasya'da Demir yollarında çalışan bir adamla sohbet ettim, bankacı 6 aylık çocuklarıyla gezen bir çiftle konuştuk. Kemal'le bol bol sohbet ettik mangalı yakarken. Osaka'daki müşterileri kovan bazende döven bar sahibi aklıma geldi. Üstad ibreti alem için bir kaç müşteriyi döversen fenomen olursun internet aleminde dedim. Gezdiğim ülkeleri anlattım. Kimbilir ne fotoğraf kareleri çıkardı o ülkelerden diye hayıflandı. Bende aksi gibi çoğu zaman fotoğraf çekmeyi unuturum, blog için çektiğim fotoların hepside cep telefonunu kullanıyorum. Fotoğrafçı olamam dedim, bir poz için günlerce beklemek. Ben almayayım, alanada mani olmayayım. O gece bol bol içtik Kemal'le sarhoş olduk. Gece içerken bayağı bir soğudu ortalık. Sobayı yaktık Kemal'le . Yanan sobanın fotoğrafını , Antalya'daki tayfaya attım. Bonzai kullanmakla suçladılar beni. Ağustos ayında soba yakma. Şaka gibi. Antalya da millet sıcaktan uyuyamazken, biz burada soba yaktık.

        
Sabah kalktığımda , baktım tatili burada noktalayacağım, bonus olarakta alkol komasına gireceğim. Kemal'e ; üstad mükemmel bir yer gayet memnunum ama ben Gürcistan'a bir sigara içmeye gidiyorum , dönüşte uğrarım dedim.  Kahvaltıdan sonra yola koyuldum. Gürcistan'a gitmeden Borçka'da Şenol'a uğrayayım dedim. Şenol'da eski matbaacı, İstanbul'dan tası tarağı toplayıp Artvin Borkça'da aileden kalma evini pansiyon yaptı. Talihim ikinci hayata başlayanlardan açıldı. 400 km yapıp Borç'kaya vardım. Yolda en az 5-6 tane Çaykur fabrikasını geçmeme rağmen çay memleketinde çay içecek bir yer bulamadım. Birde sel felaketi olmuş yollar kötüydü.

Her zamanki gibi önceden haber vermediğimden Şenol'da yer yok. Sağolsun tanıdıklarının pansiyonuna yerleştirdi beni. Bayanların işlettiği tuvaleti ortak olan şirin bir pansiyondu. Arabamdan rakımı aldım başladım demlenmeye . Hava yine serin . Yan masadaki çiftin sohbetine kulak misafiri oldum. Giresun yaylasında bir pansiyondan çok memnun kaldıklarını konuşuyorlardı. Pardon Kemal'in işlettiği Süllü Dağ evimi dedim. Benden bir gün önce kalmışlar. Çok kafa tiplerdi, sohbet aktı gitti. Eleman benim gibi bagajında rakı taşıyor. Kendisi barmen olup envai çeşit içkiyle haşır neşir olmasına rağmen Yeni Rakı müdavimi. İsimlerini yorgunluktan ve alkolün etkisiyle unuttum buradan kendilerinden özür diliyorum ve bu muhteşem sohbet için teşekkürlerimi borç bilirim. 


Sabah kahvaltıdan sonra Şenol'un yanına gittim. Adamın pansiyonu öyle bir yerdeki yoldan tepeyi tırmanırken karşıdan araç gelirse geri geri aşağıya inmek zorundasın. Söylendim durdum buraya bir ışık sistemi yap tepeden biri inerse haberimiz olsun diye. Tamam dedi ama yapacağını sanmam. Doğa haşin buralarda sırf dağlık tepelik, düz bir alan yok. Fotoyu odamın balkonundan çektim. Aşağı inip pansiyonu çekmeye üşendim.

Pansiyonu yaptırırken parası bittiği için odalarda ses yalıtımı yok. En üst katta biri yürüse tüm binada yankılanıyor ayak sesleri. Sesli tuvalet ihtiyacını giderenler  ve işitme duyusu gelişmiş yan odadaki müşteriler için dezavantaj tabiki. Hele balayına gelen çiftler için tam bir işkence. Ama laf ettiğim balkonsuz tam yalıtımlı ultra lüks sitelere tercih ederim. Efil efil havadar ve bir kişiliği var pansiyonun. Yarın sigara içmeye Gürcistan'a gideceğim dedim Şenol'a. Dur sana bir marlboro aldırayım Gürcistan'a kadar gitmene gerek yok şeklinde harika bir çözüm sundu. Şenol da Gürcü asıllı. değişik bir mizah anlayışı var. Bu yöre zaten Gürcü asıllı vatandaşlarımızla dolu. Meşhur caca şaraplarından içip duruyorlar her gece. Sohbet ederken yanımıza sevdiğim bir film olan Ağır Roman'ın aktörü Mustafa Uğurlu geldi. Hikayesi Gürcistan ve Türkiye'de geçen bir dönem filmi çekiyorlarmış. Adını unuttum rüzgarlı bir şeydi , rüzgarın getirdikleri gibi unuttum umarım iş yapar zira Mustafa Uğurlu'yu sevdim, hoşsohbet mütevazi bir abimiz.  60 yaşında olmasına rağmen delikanlı gibi. Tüm film ekibi burada kalıyormuş. 

Şenol'da işlerden bunalmış. Hadi seni Karagöl'e götüreyim dedi. Pansiyondan yakın 15 km. Çıktık yola. Karagöl güzel lafım yok ama bir tur otobüsü geliyor biri gidiyor. Kalabalıktı. Karizmatik bir kaç foto çekip gidelim üstad dedim. Kalabalık sıkıyor beni. 


Sonra Gürcüstan sınırında bir yaylaya gittik. Kışın yollar kapanıyor burada. Sınır köylerinde yaşayanlar , hastalık halinde özel izinle Gürcistan'da tedaviye gidiyorlarmış. Fotoda tam belirli değil ama soldaki dağın aşağısındaki vadide dağ evi var. İstersen kalabilirsin dedi, ağustosta bile soba yakmam gerekiyor, elektrik yok, internet yok , medeniyet yok tam bana göre. Kesinlikle bir dahaki sefere kalıcam burada kitaplarımı alıp. Şu anda kalamam zira sigara beni çağırıyor.


Dönüşte bol bol sohbet ettik. Pansiyonu için güzel bir web sitesi yapmış. www.laperapansiyon.com Özellikle anasayfadaki misafirlerin dikkatine bölümüne bayıldım. Süllü Dağ evinden bahsederkende belirtmiştim, işletmecilik zor zanaat. İnsanlar dağ başına geliyor, Antalya'daki beş yıldızlı bir tatil köyündeki lüksü istiyor. Tamamda aynı parayı vermiyorsun, yer farklı, konsept farklı . Şenol'da balta çekmek yerine güzel bir manifesto yayınlamış web sayfasında. Çok daha kötü bir cezalandırma yöntemi var. Sinir olduğu, gıcık kaptığı müşterilere Gürcü şarabı caca dan bolca içiriyor. Aman diyeyim çok dikkatli için fena çarpıyor, ev yapımı olduğundan alkol derecesini yüksek tutuyorlar hemen çarpsın diye. Beni sevdiğinden üstelemedi , yalnızca tadına baktım rakıyla devam ettim sonra.

İşte Şenol'un manifestosu;

La Pera pansiyonun misafirlerinin dikkatine:

 1- Pansiyonun (wc duş hariç) tamamı ahşaptır. Üç yanı balkon manzaralıdır ve aynı zamanda odalara geçişler balkondan sağlanmaktadır. Ses yalıtımı olmadığı için balerin tarzı yürümenizi istiyoruz. 
2- Köydeki konaklama yerlerinin tamamının çevresinde köpek, tavuk, inek vb. gibi hayvanlar vardır. Gecenin bir yarısında havlayan köpek veya sabahın köründe yumurtlayan tavuğun sesine, hatta işe giden köylünün naralarına katlanmanız gerekebilir. 
3- Ortalama yatma saatine kadar tavla, okey oynanabilir, türkü söylenebilir. Eğlence en doğal hakkınız ve engellenemez. Ancak bir misafir dahi uyumak üzere odasına gidince sessizlik lütfen.
4- Her an elektrik ve internet kesilebilir. Hayatın sonu olmadığını göreceksiniz.
5- Bazı konuklar odalara bakma ihtiyacı duymaktadırlar. Odalara kadınların bakmalarını tercih ediyoruz. 
6- Güneş ve elektrik kesilmediği müddetçe her zaman sıcak su mevcuttur.

7. Bütün sularımız içilebilirdir. Yanınızda pet su getirmenize gerek yoktur.
8. Her türlü içeceklerinizi kendiniz de getirebilirsiniz. Mümkünse beni de düşünün. Biz içecekten para kazanamıyoruz ama yine de satmaya devam edeceğiz.
 
9. Pansiyonda ancak beş kişinin halay çekebileceği ve 6 aracın park edebileceği kadar düzlük mevcuttur. En düz yerimiz odaların tabanıdır. 
10. Yemek ve kahvaltı için saatimiz yoktur, yatana kadar akşam yemeği, gidene kadar da kahvaltı yapabilirsiniz. 
11. Çam reçinesi elbisenize bulaşırsa korkmayın temizleriz veya yerine bizim giysiden veririz. 
12. En önemlisi; banyo zemini çok kaygan, dikkat ediniz ve özellikle günlük terlikle girmeyiniz.

Adam dürüstçe yazmış her şeyi. Aklına geldikçe caca yı çektikçe, yeni maddeler ekleyip duruyor. Müşteriler banyoda düşüp kafayı gözü yarmasın diye önlem almak veya ses için yalıtım yapmak yerine  ben buyum arkadaş işinize gelirse diyor. Takdir edilesi bir davranış biçimi,, insanları ve pansiyonları olduğu gibi kabul etmeli, değiştirmeye çalışmamalıyız. Artı mekana bayıldım kesinlikle tavsiye ediyorum, biraz steril ve konforlu ortamınızdan kaçın , gelin buraya doğanın içine. Yarın sabah kahvaltıdan sonra beni sınır kapısına götürücek. Arabayı onda bırakacağım, dönüşte alırsın dedi. İyi oldu , Bir kaç gün Gürcistan'da takılıp dönüştede Kemal'e yeniden uğrarım. Akşam film ekibinin gırgır şamatası vardı, gece diğer müşteriler rahatsız olmuş, ben çok içtiğimden hiç bir şey duymadım.

Sabah  kahvaltıya indim bir baktım karşımda Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz. Selamlaştık, nasıl tanıdım bir anda bende şaşırdım kendi kendime. Vakur bir tipi vardı belki ondandır. Dışarda boş masaya oturduk , yanımıza  Kurtlar Vadisinde ki gerçek ismini bilmediğim Tombalacı karakterini oynayan adam geldi. Ulan dedim ne oluyoruz. Caca da içmedim gece. Nişantaşı veya Bebek'te takılsam bu kadar ünlüye rast gelmezdim. İlk Süllü'de Beşinci boyuttaki amca, Mustafa Uğurlu, Mehmet Y. Yılmaz ve Tombalacı. Ve bunların hepsine dağ başında medeniyetten uzak yerlerde rastlıyorum. Doğru dürüst yol bile yok bulunduğumuz yerde.  Mehmet Y. Yılmaz gayet mütevazi bir adamdı. Tombalacı ise dizide oynarken rol yapmamış kendini oynamış adeta. Malesef ilk yayınlanan, orjinal Kurtlar Vadisi'ni yıllar önce severek izlemiştim, gençlik işte. 

Şenol'da kalktı. Akşamdan kalma, dün gece çok caca içmiş. Hemen ayaküstü bir bardak caca daha içti. Adetmiş burada, bir gece önceden çok içersen sabah panzehir niyetine bir bardak caca yı götürürmüşsün. Mantıklı, sonuçta panzehirdede seyreltilmiş zehir var.  Kendine gelince sınıra doğru yola çıktık.

Sınır kalabalıktı. Şenol'la vedalaştık, yıllardır kahrımı çeken küçük sırt çantamı aldım.  Türk vatandaşları; pasaportsuz sadece nüfus kağıdını gösterip , bir form doldurup rahatça üç gün dolaşabiliyorlar Gürcistan'da. Vize olmadığı gibi pasaportta istemiyorlar üç gün için. Ben pasaportla giriş yaptım, form doldurmaya üşendim. Birde Gürcistan'a girerken doktor reçetesiz ilaç olursa çantanızda, hapis cezasına kadar varan  ciddi yaptırımları var. Dikkat edin  düzenli ilaç kullanıyorsanız, yanınızda doktor reçetesi olsun. Hiç ilaç kullanmadığımdan benim için bir sorun teşgil etmedi.

Türk tarafından sorunsuzca geçtim. Karşımda Gürcistan toprakları, teorik olarak Türk topraklarında değilim. Tam iki ülkenin ortasındayım. Usulca çantamdan kısa marlboro mu çıkarttım. Derin bir nefes çektim. 

          
Allahım ne zevkti. Tam 10 hafta, 3 gün, 11 saat ve 30 dakikadır sigara içmiyordum. 


Başım döndü sendeledim. Hemen yana oturdum. Bir tane daha yaktım. Şimdiye kadar hayatımda en fazla 16 saat sigarasız kalmıştım . Aslında kendime işkence yapmışım , sigara muhteşem bir şeymiş. Sağa sola yalpalayarak Gürcistan tarafına doğru yola koyuldum. Buradada işlemlerde bir sorun çıkmadı. Çantaları xray den geçiriyorlar.  Dışarısı kalabalıktı ama bir ortadoğu veya güneydoğu asya ülkesindeki gibi , rahatsız edici bir şekilde askıntı olmuyorlar. 

Yabancı bir ülkede yenilen kazıkların büyük bir yüzdesi ilk sınırdan geçişte olur. Bu yüzden fazla aceleniz yoksa, hiç stres yapmayın herkese güler yüzle hayır deyin ve yürümeye devam edin. Bende aynısını yaptım. Turizm bürosundaki bayandan Batum şehrinin  haritasını almayıda unutmayın. Hemen karşıdaki döviz bürolarında 100 tl ye 70 lari veriyorlardı. Bir sigara daha yaktım, yol boyunca beşyüz metre kadar yürüdüm. Yol üstünde küçük bir bakkalda oran 100 tl ye  78 lari idi. Aradaki farkta toplamda 3 adet Gürcü birası yapıyor. Kafe gibi bir yere oturdum , tanesi 2.5 lari den (3.20 tl) başladım biraları söylemeye. Hava sıcak ve rutubetli, nasıl Karadeniz anlamadım Antalya'dan farkı yok buraların. Bünyede sapıttı bir dağlarda soğuktan montla dolaşıyorum bir sıcaktan ter içinde kalıyorum.


Alkol ve sigara kendime getirdi. Yüzüme gözüme renk geldi. Sınırdan Batum'a otobüs var.  Taksicilerin olduğu yere gittim. Batum'a 20 lari (38.5 Tl) istedi Türkçe biliyor arkadaş. Pazarlık yapmıyorum yalnız  bir şehir turu atarız, sonrada istediğim yerde inerim ve arabada sigara içerim dedim. Kabul etti. Aslında kendi arabamla geçecektim Gürcistan'a ama Şenol uyarmıştı deli gibi kullanıyorlar ve Batum şehir merkezinde polisler rüşvet almak için her fırsatta ceza kesiyorlar diye. Hızlı araba kullanmaları bizim 90 larda şuursuz ve artistçe araba kullanmamız gibi. Bir numarası yok , gelsinler bide Sri Lanka veya Tanzanya daki trafiği görsünler. Şoför kardeşimle yaktık sigaraları vurduk kendimizi Batum yoluna.

Batum koca bir şantiye gibi. Harıl harıl her yerde inşaat var. Lüks oteller , casinolar, gece klüpleri. Antalya'dan bir farkı yok hem kent olarak hemde iklim olarak hatta Antalya dan daha düzenli ve temiz, karadenizde bu havayı beklemiyordum açıkcası, aynı sıcak aynı rutubet.

          

Şehir paralel uzanmış Karadeniz'e. Merkezi bir yerde indim. Biralar karnımı acıktırmıştı. Meşhur haçapuriden söyledim, peynirli pide ortasınada yumurta kırmışlar. Saçma sapan bir şeydi. Anlatıp duruyorlardı aslında peynirli bir pide ne kadar güzel olabilirki. 6 lari (7.5 Tl)

          
Sahil boyunca yürümeye başladım. Ortalık Türk kaynıyor. İpini koparmış gibiler, dükkanın hasılatını toplayan, ürününü satıp parayı cebine koyan, Özellikle Karadeniz bölgesinden bir sürü vatandaşımız. Türk'lerden sonra Azeri'ler , İran'lılarda çoktu. Sigara içme oranı yüksek. Herkesin ağzında emzik gibi sigara.

Gümbür gümbür müzik eşliğinde inliyordu her yer. Sahil denize girenlerle doluydu. Dağlardaki ıssız mekanlardan sonra bu kalabalık daralttı beni. 


Vurdum kendimi Batum yollarına;



 Aslında planım üç beş  gün burada takılmaktı. Ama takılıcak gibi değil. Yaş genç olsa belki . Şehrin bir ruhu yok, keşmekeş , kalabalık, gürültü, sıcak ve rutubette işin bonusu. Şimdi sadece nüfus cüzdanıyla 3 günlük Gürcistan'a kolaylıkla giriş sebebini anladım. Vatandaşlarımız geliyor, kumarını oynuyor,  gece klüplerine gidiyor, tüm parasını bırakıyor burada. Eh be güzel kardeşim madem deli gibi para harcıyorsun kumarhanede, kesinlikle kumara karşı olduğumdan değil bende severek oynarım ,  bu kadar paran var kumar için Macau yap muhteşem kumarhanelere sahip, gece hayatı istiyorsan Tokyo , Osaka veya Bangkok'da takıl, hiç olmadı İstanbul'da güzel bir alternatif gece hayatında, fuhuş istiyorsan Pattaya da ortamlara ak. Zengin adamsın mahkum değilsin uyduruk kumarhanelere, gece klüplerindeki göbekli bıyıklı kadınlara. Bir bira içip düşüneyim biraz dedim kendi kendime. Şehrin tek güzel tarafı her yerde bedava kablosuz internet var. Biramı söyledim yürümekten yorulmuştum zaten. Ipad'imi açtım baktım. Gürcistan nasıl bir ülke kimlerle komşu nerelere gidilir. Başladım nette araştırmaya.

Tiflis yapılabilir, otobüs var, taksi tutabilirim, tren gidiyor. Komşular dost ve kardeş ülke Azerbaycan, Rusya ve Ermenistan. Azerbaycan karayoluyla geçişte vize vermiyor, konsolosluktan alman lazım , oda kaç günde çıkar. Vay be dost ve kardeş ülkeymiş, ne kardeşlik ama. Rusya ya gitmeyi düşünmüyorum şimdi girdimmi çıkamam koca ülkeden planım programım yok, Ermenistan'a baktım karayoluyla girişte vize veriyor 10$ a. Ufak tefekte bir ülke görünüyor. Türk gezginlerin malum siyasi sebeplerden pek tercih ettiği bir ülke değil. Blogları ve forumları araştırdım , Türkiye'den bir kaç kişi gitmiş gayet güzel geri bildirimler var.  Hele iki bayan bir forumda yazmış, çok memnun kaldık diye. Tiflis'te karar veririm diye düşündüm. Şehir haritasını açtım daha nerelere gidebilirim diye. Teleferik gözüme çarptı. Bulunduğum yerede yakın. yukarıdan izlerim Batum'u.

Ücreti 5 lari (6.5 tl)  Teleferikte Azeri 2 çift vardı. Fotoğrafı onlar çekti.
      
        
Çıkarken sohbet ettik. Nereye gidiyorsun diye sordular. Tam bilmiyorum önce Tiflis'e gidicem belki oradanda Ermenistan yaparım dedim. Hepsinde suratlar asıldı. Yaklaşık bir haftadır medyayı takip etmiyordum içmekten. Azerbaycan'la Ermenistan arasında sınır savaşı varmış. Orada Türk olduğun için seni keserler , işkence yaparlar dediler. Tamam kardeşim ama sizden sınırda vize alamıyorum dedim. Hani dost ve kardeştik. Bir daha konuşmayıp ters ters baktılar.

Yukarıdan izledim Batum'u. 


Şehre indim, bira içtim, şaşlık denilen kuzu şiş gibi bir şey , önce ızgarasını yapıyorlar sonra güveçte pişiriyorlar galiba. Yemekler yine kötüydü. Bir satsivi denilen kızarmış patlıcanları dürüyorlar üzerine ceviz döküyorlar bunu sevdim. Rakının yanında güzel gider. Akşam oluyordu. Trenle Tiflis'e gitmeye karar verdim. Taksiye sordum , istasyona kaça gidersin diye. 10 lari (13 Tl) . Pazarlık yapmadım. Tren saat 22:30 daymış Tiflis'e. Yolculuk 10 saat sürüyor. First class bir bilet rica edeyim dedim. Gişedeki bayan, bir tipime baktı, küçük sırt çantamın kayışları patlamış , beyaz süngeri dışarı kaçmış, sünmüş sağa sola sallanıyor, yaklaşık bir haftadır gece gündüz içmekten ve yorgunluktan tipim gözüm kaymış, üstüm başım perişan. Üstüne basa basa, First class mı? dedi. Yes please dedim.
        
48 lari (62 tl). Yerimi buldum, iki kişilik. Umarım yanım boş olur zira çok yorgunum sabaha kadar horlamaktan uyutmam geleni. Yabancı ülkelerde otel parası ödememek için gece seyahatleri iyi oluyor.



Kompartımana yerleştim,  hareket saatini bekliyorum. Aşağıdan Türkçe küfürler gelmeye başladı. bu nasıl tren, nasıl first class, gelmişine geçmişine sayıp duruyor. Mamma mia Türk'ler geliyor. Yerleşirken pasaportla bileti masanın üzerine koymuştum, kontrolde kolaylık olsun diye. Türk Pasaportunu  görünce merhaba dediler. İşte o an tanıştım bu iki delioğlanla. Tuna ve Nadi. Tren kalkmadan bir sigara içeyim dedim, onlarda aşağıya indi. Belli gün boyu bayağı bi bira tüketmişler. Ayaküstü sohbete başladık. Mesleklerini unuttum, mühendisler galiba. Nadi, Birleşik Arap Emirlikleriydi sanırsam, Tuna'da Çekoslavakyada çalışıyor. Günübirlik Batum'a gelmişler buradan Tiflis'e gidecekler , gün boyu dolaşıp akşama yine  Türkiye'ye dönecekler. 2 günlük seyahat için sırtlarında koca çantalar. Batum'da benim gibi gezmiş dolaşmışlar, kumar oynamışlar. Bildiğiniz güzel gece klüpleri varmı  Batum'da , dönüşte uğrarım dedim.  Yekten ciddi bir şekilde abi biz fuhuşa karşıyız dediler. Sırtlarında koca çantalar, dalyan gibi fuhuşa karşı iki Türk genci, lokasyonda Türk'lerin değişik kültür ve coğrafyaları tanımak için akın akın geldiği Batum. Aferin dedim ne diyeyim. Şaka gibi çıkmışlar  gece treniyle karşıma. Tren kalkıyordu hepimiz içeriye geçtik. Takribi yarım saat sonra Tuna benim kompartıma geldi , abi tuvaletin orada sigara içebiliriz dedi. Birde bira ikram etti. Başladık Tuna'yla tuvaletin önünde sigara yakıp sohbete.



Tuna'da bir delioğlan , konudan konuya atlıyor. Avrupadaki tren seyahatlerini anlattı.  Tam sohbet ederken, İngiliz eleman tuvalete girdi. Bak abi sen dikkat etmedin ama adam ayakkabısı olmadan tuvalete çoraplarıyla girdi, ben dikkat ederim bu tip şeylere, pis adam bunlar dedi. Cidden nasıl bir zihniyet, çoraplarıyla tuvalete girer trende. Bir ara durduk. Hemen koşarak istasyondaki büfeden on tane bira aldım. Tuna'yla vurduk kendimizi biraya. Erdi katılmadı sohbete kompartımanda uyumaya çalışıyor, bir yandanda cep telefonuyla uğraşıyor. Biz Tuna'yla sigara üstüne sigara yakıyor, biralara devam ediyoruz. Birader,  iki günlüğüne buraya geliyorsunuz bu koca sırt çantası ne ayak dedim? Abi öyle deme , bende tam yedi adet değişik para birimi var yanımda, çantamda her türlü kötü senaryoya dair önlem var şeklinde cevapladı. Deli galiba diye içimden geçirdim. Sanki iki senelik dünya turuna çıkmış. İki günlük seyahat için Gürcistan'dan sim kartıda almışlar. Offline haritaları yüklemişler Batum ve Tiflis'in . Tam tablet çocuğu bunlar. Bende dünyayı bu küçük sırt çantasıyla plansız programsız dolaşıyorum dedim. Alkol miktarı arttıkça zaten sabahtan itibaren durmadan bira içmişiz ikimizde. Biraz sapıttık. Normalde trende sigara içmekte yasak.  Çok gürültü yaptık, asık suratlı kondoktör kapıları kontrol ederken yanımıza geldi , bir şey demedi ama sağlam bir omuz attı bana. Bu aksiyon sinirlenme yerine daha çok gülmemize neden oldu, alkolün yan etkileri. Adamda söylene söylene gitti.

      
İçeri kısma geçip Erdi'den fotoğrafımızı çekmesini istedik. Erdi yavaşça abi gözünüzü seveyim çok içtiniz, Tuna birazdan arızaya bağlar dedi. Zaten biten şişeleri gülerek trenden aşağıya fırlatmasından anlamalıydım. Birde avrupa kültürü almış çocuk. Hadi yatalım artık dedim. Umarım bu kadar biradan sonra altımıza işemeyiz. Birayı bu yüzden sevmem, rakıda çiş sorunu olmuyor. 

Sabah altı buçuk gibi , sevimli kondoktörün şefkatli elleriyle zar zor uyandım. Ciğerlerim berbat  uzun süre sigara içmeyip bir anda üç paket içtiğimden mahvolmuşlar. Trenden indim, Tflis'te hava daha serin ve rutubet Batum'a göre az. Tuna'yla Erdi'de indiler. Onlarda tam ayılamamış. İlk dönüş için tren biletine baktılar zira Erdi'nin bu gece dönmesi lazım. İzmir'de işi varmış. Malesef Batum'a bilet kalmamış. Otobüsle dönmeye karar verdiler. Adını unuttuğum istasyondan çıktık yürümeye başladık. İkiside açtı cep telefonlarını, işte soldan gideceğiz şimdi sağa sapalım , diye diye bir meydana çıktık. Adamların teknoloji saplantısına laf ettim ama eliyle koymuş gibi bir meydana çıktık. Abinizin yakışıklı ve karizmatik bir fotosunu çekin bakalım dedim.


McDonalds ta kahve içmeye gittik. Buranın tuvaletlerini tavsiye ediyorum temizler. Kahve ve sigara kendime getirtti. İkiside kafasını kaldırmıyor cep telefonlarından. Ulan biraz dışarıya bakın, etrafa göz gezdirin.


Yeni nesil cidden bir tuhaf. Planı yaptılar , otobüs terminalinin adı Ortachalaymış. Bilet almaya oraya gidecekler. Siz gidin ben biraz burada takılıcam , şimdi sizinle gelirsem ilk vasıtayla Ermenistan'a geçerim , Tiflis yalan olur dedim. Bizimle gel abi diye tutturdular. Hatta Tuna bir ara çoştu bende seninle Ermenistan'a gelebilirmiyim dedi. Gelebilirsin delioğlan kim tutar seni dedim. Sevindi. Hemen baktılar netten, hangi metro istasyonundan bineceğiz, hangisinde ineceğiz, yürüyerek nasıl gideceğiz otobüs terminaline. İstasyon McDonalds'ın tam karşısındaydı . İşte muhteşem ikili Tuna'yla Erdi. 


Ortachala otobüs terminaline sorunsuzca vardık. Kendimi bir ara çocukluğumun Harem garında hissettim. Türk firmaları parsellemiş Tiflis'teki otogarı. Akşama biletlerini aldı afacanlar.


Tuna eşini aradı, malesef benimle Ermenistan'a gelemiyor. Dünyanın en zor vizesi olan, hanımdan alınan vizede sorunlar çıkmış. Sağlık olsun, bir şeyler içmek için etrafa baktık. Köşedeki kafede ince belli çay bardaklarını görünce nasıl sevindim anlatamam. Yurtdışı gezilerimde, ortam, yemekler, kültür hiç bir sorun yaşamıyorum ama rakı ve çayı çok özlüyorum. Mekanı Diyarbakır'lı Abdullah abimiz işletiyor. Delikanlı, halden anlayan bir abimiz. Hemen söyledik çayları.


Tiflis otogarı Ortachala ya yolunuz düşerse , zaten küçük yer Abdullah abinin işlettiği çay ocağını bulun. Tek başına Lonely Planet gibi adam, her türlü bilgiyi edinirsiniz Gürcistan hakkında. Azerbaycan vizesi minimum üç günde çıkıyormuş konsolosluktan, oda çıkarsa. Çaylarımızı yudumlarken başladık sohbete. Kısa hoşbeşten sonra , burada ne yapıyorsunuz dedi. İşte Tuna'yla Erdi gün boyu dolaşacaklarını , gecede Türkiye'ye döneceklerini söylediler. Bende madem Azerbaycan olmadı belki Ermenistan'a giderim dedim.  Karşıdaki minibüsü göstererek bunlar gidiyor dedi. Eh hadi gidelim madem Erivan'a.  Saat filan yok doldukça kalkıp gidiyorlar.  Yaklaşık 300 km bi beş saat sürüyormuş. Ücret 30 lari (38.5 Tl) Şoföre işaret etti, bir kişi daha var diye. Tiflis gezisi yalan oldu ne yapalım her işte bir hayır vardır.

Erivan'a gidecek Fransız bir çift oturmak için yer bakıyordu. Tuna her zamanki girişkenliğiyle , masamıza davet etti. Hugues ve Tatilde çiftiyle tanıştık. Hugues; bir Türk olarak  sorun olmasın Ermenistan gezisi diye sordu. Valla hiç bilmiyorum benim için dua et dedim. Güldüler. Standart Fransız'lar gibi ingilizce konuşmamazlıkta yapmıyorlar. Sohbet filan derken minibüsün kalkma saati geldi. Abdullah abiden hesap istedim, işte senin şu kadar çay su filan var derken , yok abi masanın hesabını komple al dedim. Toplamda 15 lari (20 tl) tuttu. Fransız çift kalkarken kendi hesaplarını istediler, Abdullah abi beni göstererek tamam dedi. Sonradan konuşuyoruz çok gariplerine gitmiş, bir yabancının hesabı ödemesi. Tuna ve Erdi kardeşimle sarılıp vedalaştık.

Minibüsün önü dardı, yanımdaki elemanla selamlaştık. Otogardan çıkmadan önce herkesin pasaportu topladılar , kayıt yapacaklar herhalde herkes verdiği için pek stres yapmadım. . Ayyıldızlı pasaport yüz metreden farkediliyor. Çıkışta pasaportlar geri verildi. Benimle selamlaşan yanımdaki eleman bir anda suratını astı , dakika bir gol bir, neşeli başladı Erivan seyahati. 

2014/09/24

JAPONYA GEZİSİ 2012


                2012 yılında yaptığım geziyi; tembellikten tam iki yıl sonra 2014 yılında yazıyorum. Varın iş yerindeki performansımı siz düşünün.
                 
Her şey, kızıma ; "Rehber hocanla konuş, 9 yaşındaki bir çocuğun gelişimi için hangi pedagojik kitaplar lazım? Adlarını yazsın ben alırım, sonra hepsini dikkatlice oku ve kısa özetini çıkart bana . Sana ona göre davranacağım. Birde kaçıncı sınıfa gidiyorsun sen?" dememle başladı. Üşengeçlikten kaynaklanan bu çocuk yetiştirme  yöntemimle;  ana ve kızın  eline ilgisiz baba olmamla alakalı büyük bir koz vermiştim. Zeynep'te resti çekti "Yeter bu ilgisizliğin, Ya benide bir yere götürürsün yada tek başına gittiğin yurtdışı seyahatlerini unut!!" Malesef resti göremedim cidden bir daha seyahat edememe tehlikesi vardı. Bende bu sağlam rest karşısında; birlikte gitmemizin iyi fikir olduğunu , seyahat boyunca  birbirimizi daha iyi tanıyacağımızı ve çok mutlu olduğumu söyledim.

Zeynep, doğal olarak çevresinin ve arkadaşlarının etkisiyle , lüks otellerde konaklayacağımız, içinde İtalya ve Fransa'daki Disneyland'ı kapsayan iki haftalık bir tur istedi. Bende gezmek için Avrupa'nın berbat ve kazık bir fikir olduğunu , turla gidilen gezilerden hiç bir şey anlamayacağımızı söyledim. Tamam gideceğimiz ülkelerde senin için hostellerde ranzalarda kalmayız ama lüks otellerde harcayacağımız parayla yer içer eğleniriz dedim. Artı Avrupa kültüründen hiç haz etmediğimi belirttim.  Zamanının rönesansı, heykelleri , resimleri, sanatı filan saygımız var ,pizzalara, şaraplara, peynirlere,   Disneyland'ada bir sözümüz yok.  Ama günümüzde hala devam eden koloniyel düşünce yapısı, insan ilişkilerindeki soğukluk yapaylık, maddiyatçılık. Bir menfaatleri olmadan en küçük bir iyilik yapmaz size bu eşek kafalı Avrupa'lılar. Zeynep'e uzun uzun anlattım. Dışarda  koca bir dünya olduğunu söyledim. Bir sürü seçeneğimiz vardı. Aklına yattı

Sonrasında sıra, gidilecek ülkeyi seçmeye geldi. Aslında Kamboçya, Tayland, Sri Lanka, İran, Tanzanya , Zanzibar, Ürdün vs hepsi olurdu alternatifimiz çoktu.  Ama özellikle Zeynep'in Japon kültürünü görmesini istiyordum. Bu fantastik ve değişik ülkeye değil ikinci sefer, defalarca gidebilirdim. Kararı verdik istikamet Japonya.

Türk Hava yollarından, birikmiş millerimle ekonomi sınıfından biletlerimizi aldık. Yolculuk vakti geldi çattı. Aslında birazda tedirgin olmadım değil, kızımla başbaşa ilk seyahatim, onuda kıtalararası Japonya da yapıyorum. Zeynep'in ilk uçağa binişi ve yaklaşık on iki saat uçucak. Acil durum senaryoları üzerinde çalıştık. Birbirimizi kaybedersek çevredeki bilindik en yakın cafe ve restauranta geçip beni bekleyecek. Ayrıca cebine 10.000 yen (218 TL) ve otelin açık adresinin olduğu kartı  koydum. Bu sefer otel rezarvasyonunu  yaptırdım. Tek başıma seyahat ederken hiç umrumda olmayan şeyler ama çocuğu kaybedersem annesine açıklama yapamam. Japonya'ya ilk gittiğimde kaldığım, Osaka'daki emektar ve mütevazi Weekly Mansion Osaka at Otemae apart otelinde;  İki kişi için günlüğü 6400 yen (139Tl) den sekiz günlük booking.com dan yer ayırttım. Osaka için güzel bir fiat. Odada mutfağımızda var.

  Antalyadaki evimizden çıktık, Onur air  uçağı yarım saat rötar yaptı. Antalya iç hatlardan yolculukta okumak için kitaplarımızı aldık. Zeynep'in kitapları ; "Çıtır çıtır felsefe Liderler ve diğerleri"(9Tl) "Clementine" (9Tl) kendimede Grange'nın "Sisle gelen yolcu " yu (33 tl) aldım. Güzel kitap, sürükleyici ve şaşırtıcı bir şekilde Grange bu sefer romanın sonunu iyi bağlamış. Zeynep'e kötü örnek olmamak için artık korsan kitap almıyorum , kitaplara 51 tl gitti toplamda.

2013/09/28

Sigiriya

Sonsuz gökyüzünün altında, yeşil bir okyanusun ortasında tüm melankolisiyle yükseliyordu. Kendi bir kişiliği vardı, bilge toprak anaya isyan etmiş kalabalıklar içinde yalnızlığı seçmişti.

 İnsanı zirvesine çıkmak için kışkırtıyordu, ordaydı ve davetkardı.

Aslında; olaylara, yerlere, kişilere yukardaki paragraftaki gibi tepki verebilen, sofistike ve duygusal bir insan evladı olmak istemişimdir hep. Maalesef prim yapan bir bünye olmadığımdan ve Türk genleri taşıdığımdan Sigiriya’yı ilk gördüğümde; “Bu ne lan, vay vay vay…” diye küfürle karışık gayet natürel bir tepki göstermiştim.

 Sigiriya, Unesco’nun dünya kültür mirasları listesinde yer alan, Aslan Kayası olarak da adlandırılan, geniş bir düzlükte tek başına bulunan 200 metre yüksekliğinde volkanik bir kaya. Zamanında Budist rahiplerin dini bir merkezide olmuş, kralın sarayı da olmuş, kesinlikle gezilip görülmesi gereken eksantrik bir yer.

Sri Lanka adasının ortasında bir yerlerde, Google Earth ten bakın. Ulaşım nasıl olur onu da bilmiyorum söylemesi ayıp bizim rehberimiz vardı minibüsüyle götürdü. 2009 da Tamil sorunu yeni bittiğinden Sri Lanka oldukça ucuz bir yerdi. Günlüğü 50$ a aracın benzini, şoförün kendi ihtiyaçları dahil her tarafını dolaştık Sri Lanka adasının.
İklim zaten rutubetli, sıcak bir yandan bastırıyor, ama buralara kadar gelmişsin dönmek olmaz. Yine psikopatça bir yere çıkacağız. Şöyle düzayak yapmazlar bu tip yerleri. Her seyahat öncesi kendi kendime söz veriyorum. Kilo vereceğim, sigarayı bırakacağım, alkolü azaltacağım ve İngilizcemi ilerleteceğim. Ciddi ciddi böyle acayip yerlere çıkarken, uzak bir ülkede kalp krizi geçirmekten korkuyorum. Neyse başa gelen çekilir, aşağıda fonda Eye of Tiger şarkısıyla zirveye konsantre oluyorum. Aslında bir Indiana Jones konsepti yakalamaya çalıştım bu gezide. Maalesef kilodan kaybediyoruz.

Sigiriya’yı, aynı Angkor Wat gibi, anlatmakla olmaz kesinlikle gidip görmeniz lazım. Girişte bir müze var. Burayı da ziyaret edin. Güzel multivizyon gösteriler var. Kayanın üzerindeki sarayları üç boyutlu canlandırıyorlar. Ciddi anlamda hayran oluyorsunuz. Buranın tarihçesini anlatan broşürleri var.
Çıkışa başlamadan önce Jagath ben yetkililere bir soruyum dedi, bugün arı saldırısı var mı diye. Herhalde dalga geçiyor diye düşündüm, zira bu iki günde bayağı samimi olduk ve fırlama bir çocuk şu Jagath. Bende yol boyunca askerlerin arabayı aramaları sırasında, gayet soğukkanlı davranıp espriler yapıp işte biz Türk’ler şöyle cesur böyle delikanlıyız, tarzında milliyetçi tavırlarda bulunmuştum. Malum karışıktı Sri Lanka’nın durumu. Jagath da şaşırmıştı şimdiye kadar kontrol noktalarında en rahat en şuursuz müşterileri bizmişiz. İşte arı saldırısı olayını uydurarak bizi mi sınıyor şimdi diye hiç renk vermedim, zira ülkemizi temsil ediyoruz burada. Ta ki bu tabelayı görene kadar:

Bu Tamil iç savaşında, Tamilleri tarumar eden hükümet, sırf eşek arılarına zarar vermemek için kovanlara dokunmamış. Yaptığı açıklama; “Bu ormanın asıl sahipleri hayvanlar, misafir olan biziz burada” şeklinde. Vay maşallah, ta Sri Lanka’ya kadar gel eşek arısı ısırsın bir yerlerini. Bir de namussuzlar sağlam ısırıyor, kaç turist hastanelik olmuş tepede mahzur kalmış ordu birlikleri indirmiş aşağıya, internetten araştırının bayağı bir haber var bu konuda. Hadi hayırlısı, rutubet bir yandan, sıcak bir yandan, eşek arıları bir yandan başlıyoruz tırmanışa. Bizde bu kadar turist gelecek, bırak kovanları ormanı dümdüz ederiz. Seviyorum ülkemi.
Kadim kankam Varan’la helalleşip, yolcu yolunda gerek diye başlıyoruz maceraya.
 
Gelelim Sigiriya’nın hikayesine, gerçi hikaye biraz bizim yerli diziler gibi; M.Ö 450 yıllarında Sri Lanka kralı Dhatusena’nın iki tane oğlu varmış. Biri resmi eşinden diğeri de cariyesinden. Cariyesinden olan oğlu Kaspaya, kıskançlık, gelin kaynana ilişkileri vs. vs. çeşitli atraksiyonlu olaylar yüzünden babasını canlı canlı bir duvarın içine gömdürür, aynı akıbetten korkan yasal varis ağabeyi Migara, Hindistan’a kaçar. Taze kral Kaspaya gerek vicdan azabı gerekse paranoya yüzünden burada meditasyon yapan rahiplere, hadi siz başka yere gidin der ve akıllara zarar bir saray yaptırır Sigiriya’nın tepesine. Sonra Migara ordusunu toplayıp kardeşini öldürmüş. Ama burayı nasıl ele geçirmiş o kısmı anlamadım. Zira içerden bir yardım olmadıkça burası ele geçirilemez. Sigiriya’nın anlamı aslan kayası. Orta kısmındaki kral girişini aslan motifi şeklinde yapmışlar ama zamanla yıkılmış.

İlk merdivenlerden kayanın ortasına doğru çıkıyorsunuz.


 Naçizane tavsiyem böyle yerleri tırmanırken şarkı söyleyerek bir tempo tutturun. Daha rahat oluyor. Buraya en iyi gidecek şarkı kanımca Led Zeppelin’den Stairway to Heaven.


 Orta kısımda hem soluklanıyoruz hem de muhteşem 2500 yıllık bayan resimlerini inceliyoruz. Eski Sri Lanka krallarının zevkine hayran kaldık.


Kralın kullandığı saray girişi.


Afacanların kovanları. Buradan çıkarken maksimum sessizlik gerekiyor. Gülüp şakalaşmayın kendi aranızda, şuh kahkahalar atmayın. Bu eşek arıları tahrik edilince ormanda on kaplan gücünde oluyorlarmış. Şakası yok tehlikeliler.


 Artık bitsin şu çile diye dua ederken. Sigara ciddi bir sorun bu tip tırmanışlarda.



Ve zirve. Çıktığımıza değiyor.


 Manzara muhteşem tepeden.


Bu büyük kertenkeleleri de ekleyin hayvan popülasyonuna. Envai çeşit börtü böcek, arı, hayvan var Sri Lanka’da. Böcek fobisi olanlar iki kere düşünsün derim.


Yorgun, terden sırılsıklam hayatımı sorguluyorum. Bu yaşta , bu manyak Varan’la Sri Lanka’da dünyanın bir ucunda volkanik bir kayanın üstündeyiz. Kırka üç kala yaptığım işlere bak. Bu kadar dolaşıyorum boyum mu uzadı? Aslında uzamadı bir değişiklik yok, hayat görüşüm mü değişti gelişti?


Hiç bir zaman bir hayat görüşüm olmadı ki. Mantıklı bir açıklama bulamıyorum niye dünyanın bu eksantrik yerlerini şuursuzca dolaşıyorum diye.
Felsefe yapmaktan vazgeçiyorum.

Aslında ne güzel Antalya yakınlarında bir dağ evi aldım. Eksem domatesimi biberimi bahçeme. Gitsem köy kahvesine okeye tek dönsem. Normal bir hayat sürsem. En büyük erdem cehalettir mottosunu şuursuzca uygulasam. Allah’tan bu ruh hali sigara bitimine kadar sürüyor eski şuursuz gezi moduma dönüyorum.
Kazasız belasız, arılar tarafından ısırılmadan aşağıya iniyoruz. Bu güzel yeri ardımızda bırakıyoruz.
Sonuç itibariyle değişik bir yer görmek isteyenlere şiddetle tavsiye ederim Sigiriya’yı.